Hayat olric!...Bana yine yalan söyledi... Dedi.
Her zaman yaptığı şey efendim... Diye karşılık verdi.
Kime söylemedi ki...? Tutunamayanların romanında itham edildiği şekliyle başlamak istedim lakin yalan söyleyen hayat mı, ete kemiğe bürünmüş varlık mı? Bilinmez.
Kızıllığın ötesinde, sonsuzluğa yürüyüşte tek handikaplı olaydır hayat ve insan...
Nitekim hayat değildi yalan söyleyen. Bizzat kendimizmişiz kendimize söylediğimiz kandırmacalar ve onunla avunup durduğumuz onca seneler...
Birilerinden özür dileyecek olsam, evvela bu kendim olurdu!..
Zira bizler, etrafımızdaki insan denen yığınları kırmama, incitmeme adına hayatı parmak uçlarımızda yaşarken; onların nasıl umarsızca üzerimizde elleri, dilleri ve ayaklarıyla tepindiklerini ezip geçtiklerini biliriz...
Bu yığınlara bile isteye tahammül edişimiz de ayrı bir muamma!..
Açılmamakta ısrar eden kapılar vardı...
Çekilmiş ya da çekilmekte olan ızdırapların dilinin olmaması, bunu duyabilecek yetide kulaklara haiz olmayışların acısıdır aslında.
Dünya'nın bir yerinde kalbimiz ve gözlerimizle bakabilen duyarlılığın olması inancı ve umuduyla yürüyesi vardı insanın...
Bizim kimliğimizin belirleyicisinin karşımızdakinin görme biçimi olmadığının savunucusu ve savaşçısı olmak gerekirdi.
Gülen bir çift gözün ardında saklanan derin yaraların olduğunu, en dipli uçurumlardan aşağı uçarken öğrendiği uçmayı, en derin dehlizlerde boğula boğula tek seferde nasıl yaşamayı ve nefes almayı başarabildiğini mesela...
Işığı önümüzde aramak gerekliydi belki de.
Zira geçmiş de ardımızda bıraktığımız gölgelerden ibaret değil miydi?
İnsan yüreğinde taşıdığı ağırlığını, herkesin uyuduğu dünyaya karanlık çökünce bırakırdı.
İşte o sırada derinlerden bir yerlerde ahlar işitilir.
Tutma olasılığı var mı derseniz?
Yara derinse ve hak ağırsa evet! Tutar derim.
Onca hengâme ve yıkımın arasında yüce dağ olmaya talip olunca, kişinin başının hep karlı olmasından, göze aldığını teyit ettirmiştir nitekim.
Buda beraberinde şikâyet hakkının ortadan kalktığının bilinciyle yoğrulduğunuzun kanıtı olacaktır.
Kış, kar ve ayaz sadece mevsimlere has bir eylem değildi.
Kar sadece toprağa yağmazdı aslında, çoğu vakitte yüreklere yağıp kalpleri üşütür ve ıslatırdı...
Kişinin yalnızlığı hınca hınç dolu insanlarla demişti...
İnsanın olduğu yerde ancak insansız olunur! Kişiyi tanımlarken..
Gün gelir saatlerce bir başına yol alıp, yürüyesi gelir insanın!..
Yol uzun, sen dingin olmaksızın bu yürüyüşte!..
Aslında Arzu edilen şey yürümek mi, yoksa uzaklaşmak mıdır? Her şeyden ve herkesten! Kestiremiyordu.
Velhasıl bilinmelidir ki ayaklarıyla yol almaktan çok, yüreği ile yol almaya ihtiyaçları vardı kişilerin...
Yaşamı ile hayalleri, seçmek istedikleriyle, seçtikleri çelişiyorsa şayet birilerinin, o vakit gönlünde hayalini kurduğuna mesafe alması gerekirdi.
Zira hayal, hayata karıştığı anda önü alınamaz buhranlar peşi sıra ardını bırakmazdı...
Tanıdığım birinin zamana dair çok güzel bir anekdotu vardı;
Zaman! ...Ah zaman.
Hem Dost hem düşman...
Hem mazlum hem zalim...
Aktıkça köpüren bir nehir.
Yiğide ayak bağı, namerde at meydanı!
Sevdaya acı ve tuzak, nefrete dost.
Aktıkça iyi ile kötünün, iyilik ile kötülüğün yolunu ayırıcı.
Rahmette zahmet, zahmette rahmet madeni!
Hayırda şer, şerde hayır gizleyen sır..
Gel Zaman, git zaman!!..
Hey gidi zaman...
Tüm bunlara istinaden olur ya hani;
Belki günün birinde güneşler açar.
Belki kara bulutlar gider de etraf yeniden aydınlığa kavuşur ,hem zihinlerde hem yaşamlarda!...
Belki birileri için umut hep yeşerir, nefesler yeniden hayat bulur...
Olur ya hani;
Bir sihirli değnekle mevcut düzeni değiştirme olasılığı olur ve insanlık insan olma yolunda yeni rönesans tarihîni yazar!..
Heyhat!.. İşte dünya denilen şey!..
Selâm ve dua ile...