Bir toplumun geleceğini görmek isterseniz, onun kitaplarla kurduğu ilişkiye bakın. Sayfalar arasında gezinen gözler, geçmişin bilgeliğini devralıp yarına taşıyan köprülerdir. Lakin günümüz dünyasında bu köprüler giderek zayıflıyor, harflerin fısıltısı gürültüye karışıyor. Kitap okunmadıkça, kelimeler yalnızlaşıyor ve zihinler giderek çorak bir bozkıra dönüşüyor.
Bir zamanlar medeniyetin kalbinde atan satırlar, şimdi sustu. Boş zamanlarımızı dolduran ekran ışıkları, harflerin kandiline gölge düşürdü. Düşünmeden tüketilen kısa metinler, aklı tutsak ediyor. Okumayan bir toplum, yüzeyde kalmaya mahkûmdur; düşünmez, sorgulamaz, hayret etmez. Giderek derinliği kaybeden kelimeler, insanı da derinliksizliğe sürükler. Oysa düşüncenin nehir gibi akması gerekir; durduğu yerde boğar, aktığında ise yaşamı besler.
Kelimeler unutuldukça, insanlar da birbirine yabancılaşır. Çünkü kelime demek, köprü demektir; kuşakları, gönülleri, zihinleri birbirine bağlayan sessiz ama kudretli bağlar… Okumayan bir toplum, konuşamaz; çünkü kelimeleri yitiren diller, düşünceyi de kaybeder. Sonra bir gün fark ederiz ki ne anlatabiliyoruz ne de anlaşılabiliyoruz. O zaman suskunluk, en ağır yükümüz olur.
Peki ya hayaller? Kitapsız bir zihin, gökyüzüne kanatsız bakmak gibidir. Hayal kuramayan gençlik, kendi kaderini de yazamaz. Bilim de sanatı, sanat da insanı besleyen en büyük kaynak okumaktır. Bilmediğimiz bir dünyayı nasıl değiştirebiliriz? Sözün gücüne inanmayan bir millet, kendi hikâyesini başkalarının kaleminden okur. Ve başkalarının yazdığı kader, asla bize ait olamaz.
Ve işte, en acı gerçekle yüzleşme vakti… Kitap okumayan bir toplum, gün gelir kendi ölüm fermanını imzalar. Çünkü cehalet, yalnızca bilmemek değil, bilmeye bile ihtiyaç duymamaktır. Oysa kelimeler bir kez sustuğunda, artık hiçbir çığlık duyulmaz. Sonunda ne geçmiş kalır, ne gelecek; yalnızca bir boşluk… Ve o boşlukta kaybolan, sadece kitaplar değil, biz oluruz.