Gölgem sürükleye sürükleye bindirdi beni hayat yolcuğuna. Sızılarımı -gözüm gibi baktığım yaralarımı- ardımda bırakıp gidemedim. Onları da bir bavula doldurup yoldaş ettim ruhuma. Ruhum bedenimle can çekişirken ayaklarım kışın haykıran soğukluğuyla oturttu beni camın kenarına. Bavulumdan inim inim inleyen sızılarım, sessizliklerinde boğulurken gözlerimden anılar kan ağladı. Ağırlaştı bedenim, sustu mutluluklarım, zaman durdu acılarımda. Başımı hafifçe cama dayadım sonra. Karanlık çökmüş dünyaya. Öyle siyahtı ki gök, zaman küsmüştü varlığına. Kuşlar göç etmişlerdi yuvalarından. Kanatlarını çırparken umutla yarınlara, can vermişlerdi göğün zehirli sarmaşıklarından. Kuşlar da ölürmüş aşklarından...
Yıldızlar yalnız umuda kayarken hiç bozulmamış yasaklardan hapsedilmişlerdi.
Gök sevdanın renginden nasıl da uzaklaşmış. Siyaha çalmış mavi.
Maviyi çalmış bedbaht kara...
Hayatın kirli yolculuğu devam ederken başımı çarptım cama. Ruhum bavulda can verirken kimsesiz çocuklar gibi üşüdüm. Öyle bir üşüme ki titredim. Utandım kendi yüzümden... Kirli bir yüz çıktı karşıma. Gözlerim benim üzerimde derin derin can verirken ellerim suçluluğunu kendine yediremeyip deliler gibi kendi kendini parçaladı. Avuçlarım Dicle Nehrinde ölümün kıyısında hıçkıra hıçkıra ağlayıp son nefesini verdi. Gözüm gibi iyi bakamadığım avuçlarım gözlerimden kan kırmızı süzüldü.
Avuçların da vebali boynumda.
Kirli bir kalabalığın sesi belirdi sonra kulaklarımda. Yıllarca annesinin sesine hasret kalmış çocuğun kulaklarını yakan sesti bu. Babasını kaybeden kızın çığlığı. Evladı gözü önünde can veren annenin feryadı. Sevdiğini öldüren adamın zihnini meşgul edip onu delirten azap...
Çamurdan almıştı kirliliğini. Kanla çınlıyordu etrafa. Öyle haram kirlilik.
Zihnimde uzun soluklu yorgunluk. Yüreğimde tüten yıllar. Gözlerimde duran hayat. Avuçlarımda nefessiz kalan mavi. Bavulumda çığlığın yerini alan hazin bir sessizlik. Tekrar başımı dayadım cama. Nasıl da soğuktu. Ta iliklerimde hissettim kendimi.