“Üzülme” diyorlar, "her şey geçer."
Oysa bazı şeyler geçmez… Sadece alışılır.
Acıya, eksikliğe, yokluğa, sessizliğe…
Ve en çok da, kendini anlatamamanın sızısına.
Peki, gerçekten her şey çok daha iyi olamaz mıydı?
Dünya biraz daha insaflı, insanlar biraz daha anlayışlı, hayat biraz daha merhametli olamaz mıydı?
Elbet olabilirdi.
Ama olmuyor.
Çünkü insanlar, mutsuzluğa razı gelmiş gibi yaşıyor artık.
Yarı uyanık, yarı unutkan, yarı gönülsüz…
Tam yaşamak için ne gerekiyorsa, hep biraz eksik.
İsteseler mutlu olamazlar mıydı?
Olurlardı belki.
Ama mutluluk cesaret ister.
Yaralarını göstermek, kabuklarını soymak, ağlamayı utanmadan yaşamak ister.
Oysa insanlar kaçıyor…
Yalnız kalmaktan korktukları kadar, kendileriyle yüzleşmekten de korkuyorlar.
Bir kahkaha atıyorlar ama içinde yankılanan şey, aslında duyulmayan bir çığlık.
Bir fotoğraf koyuyorlar ama gözleri anlatıyor olanı —
Herkes gülümsüyor, herkes yalnız.
Hayat daha fazla nasıl yaşanılır olurdu, dersen…
Birbirimizi yarıştırmasak, anlamaya niyet etsek…
Yargılamadan dinlesek…
Birinin “iyiyim” derken gözlerinin içine baksak,
“Gerçekten iyi misin?” diye sorsak…
Belki o zaman, insan biraz daha “insan” olurdu.
Ama en çok kendimizi anlamamız gerekirdi.
En çok kendimizi affetmemiz, sevmemiz, tutmamız elimizden…
Çünkü biz kendimizi bıraktığımız yerde başlıyor hayatın eksikliği.
İstenirse başarılamaz mı diyorsun ya…
Başarılır. Ama bedeli var.
Bedeli: Gerçekleşmeyen hayaller, yolunu kaybeden dostlar, bazen bir ömrün sessiz çabası.
Yine de değmez mi?
Bir sabaha, bir tebessüme, bir “iyi ki”ye?
Ve bazen…
Bütün dünya susar, sadece iç sesin konuşur:
“Bu muydu yaşamak?”
Cevap verir kalbin:
“Hayır… Ama bu da yaşandı.”
La tahzen…
Üzülme deme kimseye.
Üzül, ağla, haykır. Çünkü sen de bir insansın.
Ve ancak gerçekten üzülebilenler, gerçekten sevebilir bu dünyayı.
Gülümsemen hak edilmiş olur o zaman.
Ve acılarının altına attığın imza, seni sen yapar.
Bazen bir tek cümle yetiyor içimizi darmadağın etmeye:
“Sen nasılsın?”
Çünkü kimse sormuyor artık.