Kenan GÜL


Hilafet Tartışması, Hizb-ut Tahrir ve Türkiye’de Görmezden Gelinen Bir Gerçeklik

Üzerimize giydirilen ve köklerimizle uyuşmayan kanunlar ve sistemler bu toplumun bedenine uymamaktadır.


Türkiye’de Hizb-ut Tahrir denildiğinde ne yazık ki yıllardır değişmeyen bir refleks devreye giriyor: terör yaftası. Özellikle FETÖ’nün devletin birçok kademesinde etkin olduğu yıllarda yapılan tahliller ve yürütülen operasyonlar, ciddi mağduriyetlere yol açtı. Oysa meseleye samimiyetle ve ön yargılardan arınarak bakıldığında, Türkiye’de Hizb-ut Tahrir çizgisinde faaliyet yürüten gençlerin hedefinin son derece açık olduğu görülmektedir: Hilafetin yeniden tesis edilmesi gerektiğine inanmak ve bu fikri fikrî ve siyasi zeminde savunmak.

Bu gençler, toplumda her geçen gün derinleşen ahlaki çürümeyi, dağınıklığı ve parçalanmışlığı sürekli gündeme getiriyor. Şiddetle, silahla ya da herhangi bir terör faaliyetiyle hiçbir ilgileri olmadığı hâlde, uzun yıllar boyunca sistematik biçimde terörle ilişkilendirilmeye çalışıldılar. Bunun en somut örneklerinden biri de Van’da yaşananlardır.

Geçtiğimiz günlerde Van’da düzenlenen ve Gazze odaklı bir konferansa toplumun hemen her kesiminden yoğun katılım oldu. Konferansta yapılan konuşmalarda Gazze’de yaşanan insanlık dramına dikkat çekildi. Abdullah İmamoğlu’nun konuşmasında özellikle altını çizdiği husus ise oldukça çarpıcıydı:
Müslümanların bugün başsız oluşu, yani hilafetin yokluğu, ümmetin bu denli parçalanmış olmasının en temel sebeplerinden biridir.

Bugün sadece Gazze’de değil; Afrika’da, Asya’da, Orta Doğu’da ve hatta Müslüman olmayan coğrafyalarda dahi zulüm altında inleyen toplumlar var. Son iki yılda Gazze’de yaklaşık 70 bin insan şehit edildi, 150 binin üzerinde yaralı var ve yüz binlerce insan evsiz bırakıldı. Eğer İslam beldelerini kuşatan, caydırıcılığı olan bir hilafet anlayışı mevcut olsaydı; ne Batı’da ne Orta Doğu’da ne Orta Asya’da ne de başka bir coğrafyada zalim ve hukuk tanımaz yöneticiler bu denli pervasız davranabilirdi.

İmamoğlu ile şahsi bir hukukum olmamasına rağmen, konuşmalarını ve konferanslarını dinleme imkânı buluyorum. Açıkça ifade etmek gerekir ki, birlik ve beraberlik vurgusu bakımından Türkiye’deki birçok vakıf, dernek ve İslami STK’dan çok daha kuşatıcı ve birleştirici bir dil kullanmaktadır.

Van’daki Hizb-ut Tahrir yapılanması, defalarca haksız gözaltılara ve yargılamalara maruz kalmış gençlerden oluşuyor. Buna rağmen bu gençler ne FETÖ’ye ne de başka karanlık yapılara boyun eğdi. Azimlerini kaybetmeden, usanmadan insanları vahdet ve birlik fikrine davet etmeye devam ettiler. Terörle zerre kadar ilgisi olmayan bu insanlar, özellikle FETÖ’nün devlet içindeki yapılanmasının güçlü olduğu dönemlerde ağır bedeller ödedi; bir kısmı cezaevine girdi, bir kısmının davaları ise hâlen devam ediyor.

Burada sorulması gereken temel soru şudur:
Düşünce özgürlüğü çerçevesinde İslami-siyasi fikirlerini dile getiren bu gençler, neden marjinal gruplar kadar bile özgür değildir?

Buna rağmen Van’daki bu gençler, ahlaki duruşları ve toplumsal çalışmalarıyla şehrin birçok kesiminden takdir topluyor. Amaçları yalnızca hilafet fikrini savunmak değil; aynı zamanda gençleri uyuşturucu, alkol, zina, hırsızlık ve benzeri bataklıklardan korumaktır. Van ve çevresinde ailelerle birebir ilgilenmekte, gençlere sahip çıkmaktadırlar. Bu yönleriyle birçok ailenin güvenini ve takdirini kazanmış durumdadırlar.

Kendileriyle yaptığım görüşmelerde şu hususu net bir şekilde ifade ettiler:
“Bugüne kadar hiçbir mensubumuz silahlı bir eyleme karışmadı, karışmayacak. Bizim temel felsefemiz insan odaklıdır. Şiddetten yana olmadık, olmayacağız.”

Buna rağmen sistematik biçimde terörle ilişkilendirilmeye çalışıldıklarını ve bunun savundukları fikirlerle tamamen çeliştiğini dile getiriyorlar. Onlara göre asıl mesele, toplumun kendi değerlerine yeniden dönmesidir.

Tarih çok açık bir gerçeği göstermektedir: Müslümanların en izzetli ve güçlü dönemleri, birlik ve beraberliğin hâkim olduğu hilafet dönemleridir. Hilafetin yıkılmasının ardından geçen son 100 yılda Orta Doğu’dan Afrika’ya, Kafkaslar’dan Orta Asya’ya kadar kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir. Bugün Hristiyanların başında bir papa varken, Müslümanların neden ortak bir liderinin olmadığı ise yeterince sorgulanmamaktadır.

Üzerimize giydirilen ve köklerimizle uyuşmayan kanunlar ve sistemler bu toplumun bedenine uymamaktadır. Batı’nın yüzyıldır değişmeyen “böl, parçala ve yönet” siyaseti; Irak’ı, Suriye’yi, Afganistan’ı, Libya’yı ve Filistin’i harabeye çevirmiştir. Milli servetler yağmalanmış, halklar kukla yöneticilere mahkûm edilmiştir.

Bunun en güncel ve ibretlik örneklerinden biri de ABD Başkanı Trump’ın Orta Doğu ziyareti olmuştur. Sadece birkaç ay önce gerçekleştirilen bu ziyarette, İslam beldelerinden yaklaşık 3 trilyon dolar toplanarak ABD’ye götürülmüştür. Düşünün ki Osmanlı döneminde Amerika, bu topraklara cizye ödeyen bir konumdayken; bugün Ortadoğu’nun halklarına ait olan servetler, hiçbir karşılık verilmeden Batı’ya aktarılmaktadır. Bu tablo, Müslümanlar açısından başlı başına bir zillet göstergesidir.

Avrupa Birliği gibi yapılarla küçücük devletler dahi bir araya gelirken, Müslümanların içine sürüklendiği bu parçalanmışlık artık görülmelidir. Suni sınırlar kaldırılmadıkça, ümmet yeniden tek bir çatı altında toplanmadıkça, bu kan ve gözyaşı sona ermeyecektir.

Bugün değilse, ne zaman?
Müslümanlar bu soruyu artık yüksek sesle sormak zorundadır.