Zaman... Elini tutamadığımız, sesi duyulmayan ama kalbimizi en çok yaralayan misafir. Ne gelir ne de giderken haber verir. Sadece içimize bir “eksilme” duygusu bırakır.
“Geçen gün ömürdendir.”
İlk duyduğumda sıradan geldi. Sanki zamandan bahsediyor gibi… Oysa sonra anladım: Bu cümle, bir ömrün sessiz çığlığıydı. Geçmiş her an, bir daha geri gelmeyecek olan, sessizce bizden alınan bir parça demekti.
Sabah kahvemi içerken fark ettim; günlerden cumartesiydi ama içimde pazartesi yorgunluğu vardı. Meğer ne çok şey geçmiş gitmişti de ben hâlâ yetişmeye çalışıyordum. Annemin yüzündeki çizgiler birer takvim gibiydi; yıllar oraya usulca imzasını atmıştı. Babamın sesi daha kısıktı artık, ama içinde yine aynı şefkat vardı. Ve ben… Aynaya her bakışımda kendime biraz daha yabancı ama biraz daha derinleşmiş bir gözle bakıyordum.
Zaman, sadece saatlerden ibaret değil. Bazen bir sarılmanın, bir özürün, bir “seni seviyorum”un ertelenmesi bile ömrün eksilmesi demek. “Sonra söylerim” dediğimiz nice söz, “bir daha söyleyememeye” dönüşüyor.
Şunu öğrendim:
Bir günün nasıl geçtiği değil, o gün içimizden neler götürdüğü önemli. Bir çocuk gülüşü, bir dostun kahkahası, bir elin elimizdeki sıcaklığı... Bunların hepsi geçip giderken, fark etmeden ömrümüzü tüketiyoruz.
Artık biliyorum ki…
Her geçen gün bir mektuptur ömre yazılmış.
İçine ne koyduğumuz, neyi söyleyip neyi unuttuğumuz, o mektubu değerli ya da boş yapıyor.
Zamanın hakkını vermek diye bir şey var. Sevdiklerimize zaman ayırmak, kendimizi ihmal etmemek, hatalarımızla yüzleşmek ama geçmişin yüküyle değil, farkındalığın hafifliğiyle yaşamak...
Bu yüzden, geçip giden günlere bakıp hüzünlenmek yerine, bugünün içine bir ömür sığdırmaya çalışıyorum artık.
Çünkü biliyorum ki:
Geçen her gün, ömürdendir. Ve ömür, sandığımız kadar uzun değildir