Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın, 'Beddua etmek, lanet okumak vakfiyenin şartlarından değildir, geleneğin eklediği unsurlardır. Lanet de bütün vakfiyelerin sonunda günahı hatırlatma biçiminde eklenmektedir.' dedi
İSTANBUL (AA) - Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, "Beddua etmek, lanet okumak vakfiyenin şartlarından değildir, geleneğin eklediği unsurlardır. Lanet de bütün vakfiyelerin sonunda günahı hatırlatma biçiminde eklenmektedir. Büyük vakfiyelerin hepsinde bulunur. Bu durum gelenekseldir, çünkü hiç kimse vakfının değiştirilmesini arzu etmez." dedi.
Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında İstanbul'u fethettiğinde o yerin en büyük ibadethanesi olan Ayasofya'yı camiye dönüştürdü ve bununla ilgili bir vakıf kurdu. Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya Vakfiyesi'nde, başta Ayasofya olmak üzere Fatih, Zeyrek gibi camilerin de arasında bulunduğu ibadethaneler ile şifahane, imarethane gibi yerlerin gelir giderlerinin kayıtları oluşturuldu.
Fethin ardından cami olarak hizmet veren Ayasofya Camisi'nin 1934'te müzeye dönüştürülmesinden 86 yıl sonra yeniden ibadete açılması, vakıfların önemini bir kez daha gündeme getirdi.
Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, vakıf eserlerinin İslam medeniyetindeki önemi, hangi malların ne gibi koşullarda vakfedildiği, vakıf senedinin nasıl yazıldığı ve bunların İslam hukukundaki yeri ve önemiyle ilgili AA muhabirine değerlendirmede bulundu.
İslam medeniyetinin en önemli kurumlarından biri olan vakıfların kuruluşunun Hazreti Peygamber dönemine kadar gittiğini anlatan Aydın, "Vakıf, bir kimsenin kamuya yararlı maksatlarla mal varlığından belli bir kısmını ayırarak, belli esasları vakıf senedinden tespit ederek kendi mülkiyetinden çıkartması ve bıraktığı eserin kendisiyle veya gelirleriyle hayır hizmetlerinin yürütülmesidir. İslam hukukunda bu, 'Allah'ın mülkiyetine geçirme' olarak ifade edilir. Kurumun ismi vakıf, senedinin ismi vakfiyedir. Vakfı kuran kimseye vâkıf, vakfedilen mala ise mevkuf denir." diye konuştu.
Aydın, Osmanlı döneminde kamusal hizmetlerin, hiç aksatılmaması için vakıf yoluyla yürütüldüğünü belirterek, zengin iş insanlarının, devlet adamlarının, hanedan mensuplarının ve padişahın bizzat kendi mallarından belli bir para ayırarak cami, imaret ve hastane gibi vakıflar kurduğunu kaydetti.
Vakıftaki hizmetlerin aksamadan yürütülmesi için vakfı yapan kişinin külliyeye birtakım gelirler tahsis ettiğini aktaran Aydın, tahsis edilen malların da vakfiye senedinde ayrıntılı olarak belirtildiğini vurguladı.
"Fatih, Ayasofya'yı kendi mülkü olarak tahsis edip vakfetmiştir"Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, Fatih Sultan Mehmet'in, fethin sembolü olarak Ayasofya'yı camiye çevirdiğini hatırlatarak, "Fatih, Ayasofya'yı kendi mülkü olarak tahsis edip vakfetmiştir." dedi.
Padişahların vakıf kurmaya özen gösterdiklerini dile getiren Aydın, Osmanlı'da cami, medrese, aşevi, hastane gibi kamusal hizmetlerin vakıflar aracılığıyla yürütüldüğünü anımsattı.
Aydın, vakıflarla bu hizmetlerin devamlılığının sağlandığını belirterek, "Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettiğinde kendisinin kurduğu vakfa birçok kendi mal varlığını tahsis etmiştir ve devlet adamlarını da vakıf kurmaya teşvik etmiştir. İstanbul'un Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında vakıfların büyük rolü vardır." değerlendirmesinde bulundu.
"Vakfiyelere eklenen geleneksel bir unsurdur"Vakfetme işlemine ilişkin bilgi veren Aydın, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Vakfiyede vakfın niye kurulduğu anlatılır, dünyanın geçici, ahiretin ebedi olduğu, kendisinin sevapları olduğu gibi günahlarının da olduğundan, bu günahların affedilmesinden ümit ettiğinden bahseder ve 'Şu mallarımı ayırdım, vakfettim.' der. Sonra nasıl kullanılacağını, hangi gaye için kullanılacağını belirtir. Vakfeden ister ki vakfı mümkün olduğu kadar uzun süre yaşasın. Vakıf kuran herkesin en büyük arzusu, vakfın sonuna kadar mahiyetini korumasıdır. Yüzyıllar sonra başkaları bu mallara, sahipsiz görüp el koyabilir, kullanım şeklini değiştirebilir. İşte bunu engellemek için, vakıf senedinin sonunda biraz dua ile biraz da beddua ile bitirir. Korunması için dua eder. Sonunda klişeleşmiş iki ifade vardır, birinde der ki 'Bu vakfiyeyi değiştirenler bunun günahına katlansınlar.' veya 'Bu vakfiyemin kullanım şeklini değiştirenlere Allah'ın, meleklerin laneti...' olarak klişeleşmiş bir lanet var. Vakfiyenin belli şartları vardır, hangi malların ayrılacağı, kimlere tahsis edileceği, kayıtsız, şartsız olarak irade beyanıyla kendi mülkiyetinden çıkartılmasıdır."
Vakıf senedinde yer alan dua ve beddua bölümüne de değinen Aydın, şu bilgileri verdi:
"Beddua etmek, lanet okumak vakfiyenin şartlarından değildir, geleneğin eklediği unsurlardır. Lanet de bütün vakfiyelerin sonunda günahı hatırlatma biçiminde eklenmektedir. Büyük vakfiyelerin hepsinde bulunur. Bu durum gelenekseldir, çünkü hiç kimse vakfının değiştirilmesini arzu etmez. Örnek verecek olursak, Yahya Paşa'nın 1506 yılında kurmuş olduğu vakfın senedinin sonunda, vakfı değiştirenin, 'Allahutaala'nın cezasına uğraması', Hümayun Hatun'un su yolunun tamiri için kurduğu para vakfı senedinin sonunda, 'Kim bu vakfın şartlarını değiştirirse onun günahı değiştirenlerin üzerine olsun' ifadesi, Fatma Hatun binti Erdoğdu'nun 1596 tarihinde kurduğu para vakfı için, 'Her kim vakfı bozarsa Allah'ın ve melaikenin laneti üzerine olsun.' ifadeleri yer alır."
"Kılıçla hutbe geleneğimizde olan bir uygulama"Hutbenin kılıçla okunmasının bir gelenek olduğuna dikkati çeken Aydın, dünyanın birçok yerinde bu tür geleneklerin sürdürüldüğünü ve bu durumla kimseye rahatsızlık verilmediğini söyledi.
Aydın, şöyle devam etti:
"Hazreti Peygamber hutbeye çıkarken bastonuna dayanmıştır. Sonraki uygulamalarda da benzer tatbikatlara rastlıyoruz. Türklerde fetihle ele geçirilen şehirlerde fethin sembolü olarak bir-iki camide kılıçla hutbeye çıkılması, yerleşmiş bir gelenektir. Mesela ben talebelik dönemlerimden hatırlıyorum, rahmetli Abdurrahman Gürses Hoca, Beyazıt Camisi'nde kılıçla hutbeye çıkardı. Bu bir gelenektir. İngiltere'de İngiliz Kraliçesi şövalyelik unvanını verirken kılıçla omzuna dokunuyor. Bugün kılıç hiçbir yerde kullanılmıyor. Milletler, geleneklerini kolay kolay bırakmazlar. Bu bakımdan bundan özel bir anlam çıkmaz, tam tersine, Fatih'ten itibaren var olan bir sembolün yaşatılması anlamı çıkar, geleneğimizde olan bir uygulamadır."
"Vakfedilen malın Allah'ın mülkiyetine geçtiği kabul edilir"Vakfın kurulmasından sonra o malın artık vakfedenin mülkünden çıktığını dile getiren Aydın, şöyle devam etti:
"Vakfın şartlarının değişmemesini sağlamak, geri dönüş imkanını ortadan kaldırmak için vakıf senedinde ayrıntılı olarak belirlenir, sonra mahkemeye gidilir. Bu tescilden sonra artık vakıf değişmez, bir bütün haline gelmiş olur. Vakfa tahsis edilen malların vakfeden kimsenin mülkiyetinden çıkıp Allah'ın mülkiyetine geçtiği kabul edilir. Dolayısıyla vakfeden kişi artık orayı kendi malı gibi değil, Allah'ın mülkiyetine geçmiş bir mal olarak idare etmek mecburiyetindedir. Dürüst bir yönetici sıfatına riayet etmezse kendisi bütün mal varlığını vermiş olsa dahi, mahkeme o yöneticiyi değiştirme yetkisine sahiptir."
Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, vakıfların "Allah'ın mülkü" sayılmasından dolayı satılmayacağını anlatarak, sadece harap olan vakıf mallarının üzerine bir miktar eklenerek başka bir bina ile değiştirilebileceğini, buna da satım değil "istibdal" dendiğini sözlerine ekledi.